SURİYE SAVAŞI; MAHŞER GÜNÜ*
Kobanê'den bir kare |
Geçtiğimiz gün kimyasal
silahların kullanıldığına yönelik iddiaların gündeme geldiği ve çoğunluğunu
çocukların oluşturduğu yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği saldırının ardından
Suriye savaşı görünen boyutuyla yeni bir aşamaya geçti. Kimyasal silahın kimin
tarafından kullanıldığı konusu belirsizliğini korurken bu konunun bütün
açıklığıyla gün yüzüne çıkmasını beklemek de safdilik olacaktır. Muhalifler ve
onları dışarıdan destekleyen güçler, Esad rejimini suçlarken Rusya, İran ve
Baas rejimi ise dışarıdan müdahaleyi meşrulaştırmak amacıyla kimyasal silahın
muhalifler tarafından kullanıldığını iddia ediyor. Bu görüşü savunanlara göre
muhalifler Esad’ı suçlu göstermeye çalışıyorlar. Bu suçlamalar nereye varır
bilinmez ama bilinen bir şey var ki o da Suriye’deki savaşın önemli
araçlarından birini medya oluşturuyor. Enformasyon ve dezenformasyonun iç içe
geçtiği bir örnek daha Suriye savaşı. Savaşın meşru ve gayrı-meşru yönleri de
göz ardı edilemez. Ortadoğu’da halkların diktatörlüklerden –batılı emperyal
güçlerin yarattığı diktatörlükler; bu diktatörlükler artık batılı emperyal
güçlerin işlerine yaramadığından bu güçler sistemi resetlemeye giriştiler-
kurtulma istemi savaşın meşru yönü. Ancak dış güçlerin kendi çıkarları için bu
kurtulma istemini kullanmaları veya böylesi bir istemin ortaya çıkması için
alttan alta çaba sarfetmeleri işin gayrı-meşru yönünü oluşturuyor.
Suriye’deki savaş mevcut
haliyle bir kördüğüme dönüşmüş durumda. Birçok değişik gücün hesabının
bulunması bu kördüğüme yol açıyor. ABD, AB, Türkiye, İsrail, Katar, Suudi
Arabistan, Mısır, Rusya, İran, Çin...irili ufaklı örgütlerin Suriye ve bölge
ile ilgili bir takım hesapları bulunuyor. Bunları iki blok olarak nitelemek
yanlış olmasa gerek. Bir tarafta ABD, AB, Türkiye, İsrail, Katar, Suudi
Arabistan ve Mısır gibi devletler duruyor. Bunları savaşta aktif olarak Özgür
Suriye Ordusu (ÖSO) bileşenleri temsil ediyor. Diğer tarafta ise Baas rejimini
destekleyen Rusya, Çin, İran, Irak, Lübnan (Hizbullah) bulunuyor. Suriye’deki savaşa bundan dolayı “proxy war”
(temsili savaş) deniyor. Görünürde ÖSO ve Baas rejimi savaşıyorken bunlar
yukarıda isimlerini yazdığımız ülkeler adına veriyor bu savaşları. Yani aslında
bu anlamıyla savaş bir dünya savaşı özelliğini taşıyor. Birinci ve ikinci dünya
savaşlarında olduğu gibi ülkeler fiili olarak güçlerini savaşa sokmuş değil,
savaş dünyanın büyük bölümüne yayılmış da değil. Ama buna rağmen Suriye’deki
durumdan direk etkileneceklerin listesi kabarık olduğu ve bunların da etkiyi kendi
lehine döndürmek istediği için dünya savaşı özelliğine sahip. Böyle olunca
sonucun ne olacağı, savaşın ne zaman biteceği konusunda net bir şey söylemek
mümkün olmuyor. Sonucu bilinmese de nasıl başladığı ve neler yaşandığı
konusunda şimdiye kadar yaşananlar bir bilgi veriyor Suriye Savaşı.
2011 yılının 26 Ocak
tarihinde Hasan Ali Akleh’in Baas rejimini protesto etmek amacıyla
kendisini yakması sonucunda patlak veren isyanlar, Suriye’deki savaşın
başlangıç tarihi olarak kabul ediliyor. 2 yılı aşkın bir süredir devam eden ve
bütün savaşlarda olduğu gibi büyük bir yıkım ve kıyıma sahne olan Suriye
savaşının başladığı ilk günlerde Suriye’de Beşar Esad’ın gitmesi gerektiğini
savunan güçlerin ortak kanısı Tunus, Libya ve Mısır’da olduğu gibi çok kısa bir
sürede Beşar Esad’ın da iktidarı bırakacağı yönündeydi. Diğer ülkelerde olduğu gibi
ayaklanmalar başlayacak, muhalif güçler dış destek alarak iç savaş çıkaracak ve
iktidardaki kişi(ler) koltuğu bırakacaktı. Ancak bu kez evdeki hesap Suriye’ye
uymadı. Suriye’nin jeostratejik ve jeopolitik konumundan kaynaklı ülke ile
ilgili çok sayıda bölgesel ve küresel gücün kendisini söz sahibi hissediyor
olması, Suriye’de birden fazla sosyal ve dini grubun bulunması ve bunların
komşu ülkelerle akrabalık ve dini ilişkileri/bağları dolayısıyla kısa sürmesinin
beklendiği savaş, iki yılı geride bıraktı.
Suriye savaşının bu denli
karmaşık bir hal almasını sağlayan özellikler içerisinde Suriye’nin önemli bir
coğrafi konuma sahip olması geliyor. “Suriye, Ortadoğu’da stratejik bir yerde
bulunuyor. Deyim yerindeyse bölgenin terminali, petrol deposu, önemli bir geçiş
noktası. Akdeniz ile Arap ve Müslüman dünyasının önemli bir kesişme merkezi.”
(Hakan Aksay http://www.rusya.ru/Content/16872-Rusya+i%C3%A7in+Suriye%E2%80%99nin+%C3%B6nemi) Bu konumundan kaynaklı her ülkenin kendisine
göre Suriye ile ilgili çeşitli hesapları bulunuyor. Hesaplar kimi ülkenin ekonomik
olabiliyorken, kiminin dini, kiminin de siyasi.
ABD’nin Suriye
politikasını Savunma Bakanı Chuck Hagel şu şekilde açıklamıştı: Senato
Silahlı Kuvvetler Komitesi'nde ABD’nin Suriye politikası ile ilgili konuşan Hagel,
"müttefik ve partnerlerin yanı sıra Suriyeli muhaliflerle çalışmak, bölge
ve Suriye genelinde insani yardım sağlamak, şiddeti sona
erdirmek, Suriye'nin aşırılıklar için güvenli bölgeler olmasını
engelleyecek, Suriye halkının haklarına saygı duyacak ve istikrarı
inşa edebilecek Esad sonrası yönetime doğru siyasi dönüşümü sağlamak ve Suriye'nin kimyasal ve biyolojik silahlarını güven
altına alabilmek için tüm gerekli adımları atmak" diye sıraladı”. (http://www.cnnturk.com/2013/dunya/04/18/abdnin.suriye.politikasini.anlatti/704649.0)
Elbette bu görüşler görünür
politik beklentileri açıklıyor. ABD’nin Suriye’ye olan ilgisinin özünde
Ortadoğu politikası çerçevesinde bölgeyi yeniden dizayn etme çabası yatıyor.
Rusya da benzer bir yaklaşım sergilemekte. Hakan Aksay, Rusya’nın Suriye
konusundaki politikasını şu şekilde anlatıyor;
“Kremlin, Suriye lideri Başar Esad’a uluslararası
alanda onu koruyacağı güvencesini vermiş durumda. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Suriye
konusunda yaptığı bir açıklamada, “Hiçbir devlet kendisine karşı düzenlenen ayaklanma
karşısında susmaz. Biz Esad’ın vaat ettiği reformların gerçekleştirilmesi
gerektiğini savunuyoruz. Muhalefetin de Esad’ın diyalog çağrısına cevap vermesi
gereklidir.” diyor. Öte yandan son günlerde Rusya Devlet Başkanı özel
temsilcisi Mihail Margelov, “ne olur ne olmaz” tavrıyla Suriye muhaliflerini Moskova’da bir
araya getirmeye ve onlarla şimdiden iyi ilişki kurmaya çalışıyor.
Ülkenin dış politikasını,
Batı ile işbirliği temelinde yeniden biçimlendiren Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev’in
her alanda ABD ve AB ile yakınlaşma çabasına karşın, Rusya’nın Suriye
konusundaki bu farklı tavrının nedeni ne? Bunu gerisinde sadece Batı’yı
frenleme isteği mi yatıyor? Yoksa Sovyetler Birliği döneminden beri Moskova’nın
geleneksel müttefiki Şam’ı koruma arzusu mu? Suriye gerçekten de Rusya’nın
bölgedeki en önemli müttefiklerinden. İki ülkenin siyasi ve ticari
ilişkileri istikrarlı. Şam askeri alanda Moskova’nın
her zaman iyi bir müşterisi olageldi. Kremlin bu imkânları kaybetmek istemiyor.
Ama bu ana faktör olamaz; Rusya Libya’da ve hatta İran’da milyarlarca dolar
kaybetmek pahasına farklı politikalara yönelebildi; zaten ekonomisi bu tür
zararları karşılayabilecek kadar güçlü. (Bu arada, Rusya filosunun Akdeniz’deki
varlığı açısından stratejik değer taşıyan Tartus deniz üssü Suriye’de; bunun
önemi az değil. Ayrıca çeşitli kaynaklara göre Suriye’deki Rus askeri
danışmanlarının sayısı 2 binden fazla.) Peki, Esad’ın Kaddafi’den, Suriye’nin Libya’dan farkı ne? Üstelik Suriye’nin pek fazla doğal
zenginliği de yok. Buradaki petrol de fazla değil. Ama bu ülkenin zenginliği
başka: Jeopolitik konumu.”
Lavrov, Suriye için “Bölgenin anahtar
ülkesidir, onu istikrarsızlaştırma denemeleri korkunç sonuçlara yol açabilir” diyor.
İran, Şiilerin idaresindeki
bir Suriye’yi İsrail’e karşı dayanak olarak görüyor. Ayrıca Suriye hilalini
Farisî kültürünün yayılma alanı için bir geçiş güzergahı olarak görüyor. Katar
ve Suudi Arabistan gibi ülkeler şiiliğin iktidardan uzaklaşmasını ve sünni
yorumun güçlü olmasını istiyor. Çin ekonomik yatırım alanı olmasının yanı sıra
kendisinin Rusya ile stratejik ilişkileri olmasından kaynaklı Suriye konusunda
Rusya’nın yanında yer alıyor. Ancak Esad’ın devrilmesinden sonra ortaya ne tür
bir tablonun çıkacağı konusunda kimsenin kafasının net olmadığı anlaşılıyor.
Bundan dolayı da Esad’ın devrilmesi kısa vadede zor görünüyor.
Bölgesel bir güç unsuru
olmaya çalışan Türkiye’nin de Suriye savaşından beklentileri var.
Neo-Osmanlıcılık fikrini bölgede hakim kılmak için çabalayan Türkiye, yanı
başındaki bir ülkede kendisine düşmanlık besleyecek bir iktidarın olmasını
istemez. Ancak işin tuhaf tarafı şimdiye kadar “sıfır sorun” sloganıyla bütün
komşularıyla iyi ilişkiler içindeymiş gibi görünen bir iktidarın bütün
komşuları kendisine küstürmesi üzerinde durulmayı hak ediyor. Üniversitelerin
Uluslararası ilişkiler bölümlerinde ders olarak verilmesi gereken diplomatik
bir yaklaşım sergileniyor. Bunda elbette başkalarının direktifleriyle hareket
etmenin bir sonucunu görmek gerekiyor. Neo-Osmanlıcılık gibi bir fikri savunurken
başka güçlerin politikalarını da yanı sıra yürütmeye çalışmak “komşularla sıfır
sorundan” bütün komşularla düşmanlık politikasına savrulmayı beraberinde
getiriyor. Zaten savaşın ilk başladığı dönemlerde Esad’ın sonunun geldiği
tezini savunan en çok da Başbakan Erdoğan ve Dişişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu
olmuştur. Sadece savunmakla kalmayıp muhaliflerin çatı örgütü olan ÖSO’yu direk
ve endirek destekleyerek müdahil oldular. Esad sonrası Suriye’de iktidarın
kendilerine yakın kimselerden oluşması için oldukça gayretkeş davrandılar.
Elbette bunda AKP hükümetinin Esad’ın şii kimliğine karşı olan yaklaşımını da
görmek gerekiyor. Yani bu noktada Katar ve Suudi Arabistan gibi düşünen bir
Türkiye ile karşı karşıyayız. Daha önceki yıllarda iyi ilişkileri sahip
oldukları Irak Başbakanı Nuri Maliki ile aralarının bozulmasında da bu
yaklaşımın etkisi var. Bundan dolayıdır ki Maliki Irak’ta Türkiye karşıtı bir
söylem tuttururken Suriye’deki savaşta da Esad’ın yanında bir pozisyon tutuyor.
Türkiye’nin yaklaşımı elbette
bununla sınırlı değil. Yumuşak karnını oluşturan Kürt sorunu da Türkiye’nin
başını içeride ağrıttı gibi şimdi de Rojava’da ağrıtıyor. Hani Kuzey Irak’tan
yeni kurtulmuşken, orayı daha yeni yeni “tehlike” olmaktan çıkartmışken
Suriye’de özerk bir Kürt bölgesinin kurulması Türkiye açısından
değerlendirildiğinde çok büyük bir “tahilsizlik” olsa gerek. Böylesi bir
oluşumu engellemek için her türlü yönteme başvurmayı mübah sayan hükümet, son
dönemlerde aşırı radikal dinci gruplara silah ve lojistik destek vererek bu
cephede de aktif bir savaşın içerisine girmiş bulunuyor. Hükümetin Kürt fobisi
yarın öbürgün başını ağrıtacak gruplarla ittifak yapmasına bile yol açıyor.
Cebhet’ül Nusra, Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi selefi örgütlerin
Kürtler’in yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde bir İslam devleti kurma
fikirlerini savunan toplama örgütler Özellikle Mardin ve Urfa’daki sınır
kapılarından yardım gönderildiği yönündeki izahatlar iddi olmanın ötesine
geçmiş bulunuyor. Gaziantep’de ÖSO bileşenlerinin yaptığı toplantıda ÖSO
komutanlarından Ikidî’nin Kürtler’e yönelik katliam açıklamaları, Nusra ve IŞİD
gibi örgütlerin Türkiye’deki kamu görevlileri ve seçilmişlerle verdikleri
pozların basına yansıması Rojava’da Kürtler’in yoğunlukta yaşadığı bölgelerdeki
saldırılarıyla birlikte değerlendirdiğimizde
daha bir anlamlı oluyor. Her ne kadar daha sonraki günlerde ikili bir
politik tutum belirleyerek PYD lideri Salih Muslim’i Ankara’ya davet edip resmi
düzeyde görüşme yapan Türkiye yukarıdaki iddiaları yalanlamış olsa da
kamuoyunun bu konuda yeterince ikna olduğunu söylemek güç.
Rojava
Kürtçe’de güneşin battığı
yer anlamına geliyor. Yani batı yönünü işaret ediyor. Kürdistan haritasını bir
bütün olarak değerlendirdiğimizde haritanın batı tarafında kalan kısmına
Kürtler Rojava Kürdistan’ı diyorlar. Yani Batı Kürdistan. Burası 1914 yılında
patlak veren Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler ile Fransızlar arasında
Ortadoğu’nun yeniden paylaşılmasını öngören Sykes-Picot anlaşması sonucunda
Osmanlı’dan koparılan topraklar üzerinde kurulan Suriye’nin içerisinde kalan
Kürt topraklarını tarif ediyor. Suriye’de
yaşayan en büyük etnik azınlık grubunu oluşturan Kürtlerin nüfusu 1,5-2 milyon
civarındadır. Bu da genel nüfusun yaklaşık yüzde 10’una tekabül ediyor.
Kürtler’in bu topraklara yerleşme tarihleri ailelere ve bölgelere göre
değişiklik göstermektedir. Yüzlerce yıl öncesine dayanan bu yerleşimin son
halkası Türkiye Cumhuriyeti’inin ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve bastırılan
Kürt isyanlarından sonra gidenler oluşturuyor. Efrin, Kobani, Heseke, Şam,
Halep, Hums, Hama, Lazkiye ve Kürt Dağı’nda yerleşik bulunan Kürtler’in
Suriye’nin kurulmasından sonra Arap milliyetçiliğiyle başları hep dertte
olmuştur. İktidara gelen milliyetçi partiler tarafından haklarını kullanmaları
yönünde engellemelerle karşılaşan Kürtler’in dışarıdan gelen “yabancılar”
olduğu tezi dillendirilmiş ve buna yönelik politikalar uygulanmaştır. Bu
politikalar doğrultusunda Suriye hükûmeti yaklaşık 120.000 kadar Kürdü, Kasım
1962'de yapılan özel bir nüfus sayımında "Türkiye'den ülkeye yeni girmiş
yabancılar" olduklarını öne sürerek sayım dışı tutmuş ve Suriye
vatandaşlığından ayırmıştır ki o zamandan beri birçok Suriyeli Kürt vatandaş
haklarına sahip değildir ve Suriyeli kimliği, vatandaşlığı kendilerine
verilmemektedir. Vatandaşlık haklarına sahip olmayan, sayılarının yaklaşık
olarak çeyrek milyon civarında olduğu düşünülen bu Kürt nüfusun yasal olarak evlenme,
mülk edinme veya eğitim görme gibi hakları bulunmamaktadır. Aynı zamanda Kürt
bölgesini Araplaştırmak için bir Arap Kuşağı inşa edilmeye çalışılmış, 1963'te Baas Partisi hükûmeti "Cezire'nin Araplığını koruma"
sloganını kullanarak Araplaştırma politikasını sürdürmüştür. Örneğin; 1975
yılına gelindiğinde Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Cezire bölgesinden
300.000 kadarlık bir Kürt nüfus yerlerinden olmuştur. Bunların dışında Kürt
kültürüne yönelik de birçok devlet müdahalesi ve yasak söz konusudur; Kürtçenin
yayınlarda kullanılması, resmi olarak konuşulması veya yazılması, öğrenim dili
olması veya iş mekanlarında konuşulması yasaktır. Her ne kadar
uygulamada aksaklıklar yaşansa da, 1988 yılında düğünlerde Arapça olmayan
şarkıların söylenmesini ve çalınmasını yasaklayan bir yasa çıkmıştır.
Bu tür uygulamalara maruz
kalan Suriye Kürtleri, Qamişlo (Kamışlı) ilçesinde bir spor müsabakasında
yaşanan ve birçok Kürd’ün hayatını kaybetmesine yol açan olayların patlak
verdiği 2004 yılına kadar Suriye’de sistemle direk bir mücadeleden uzak
durmuşlardı. Daha çok diğer parçalardaki Kürt mücadelerinde sığınılacak bir yer
olarak ön plana çıkmıştı. Hatta Kürtler arasında bir nevi “küçük kardeş”
gibiydi. Özellikle Türkiye ve Irak’ta iktidara karşı çıkan isyanların birer
geri cephesi gibiydi. Sürekli olarak bu isyanlarda diğer parçalardaki
Kürtler’in imdadına yetişmiş onlara kapılarını ardına kadar açmıştı. Ağrı
İsyanı’ndan başlamak üzere Şeyh Sait, Dersim, Barzani ve son olarak PKK
isyanına kadar böyle olmuştur. Yanı sıra Türkiye Kürtleri ile Rojava
Kürtleri’nin akrabalık ilişkileri de söz konusudur. Yukarıda bahsettiğimiz
Sykes-Picot Antlaşması ile Fransa ve İngiltere’nin Suriye ve Türkiye arasında
paylaştırdığı bu toprakların bir tarafında Kürt ailelerin bir kısmı Türkiye’de
bir kısmı Suriye’de bırakıldı.
“Buna ek olarak,
sömürgeci güçler 1920 ve 1930’lu yıllarda Suriye’nin Türkiye ve Irak ile olan
sınırlarını çizerken etnik ayrılıkları dikkate almamışlardır. Bunun sonucunda,
Kürdistan’ı bölen sınırlar Kürtler tarafından yapay addedilmiştir. Ayrıca söz
konusu sınırlar net bir biçimde belirlenmemiş veya tam olarak tanımlanmamıştır.
Özellikle de Suriye’ye verilen toprakların Kürt
bölgeleri olarak isimlendirilmesi devam etmiştir. Kuzey Suriye’deki ticaret
merkezleri Türkiye sınırlan içinde kalmıştır, ancak yeni sınırlar Suriye ve
Türkiye sınırları boyunca uzanan alanlarda yaşayanlar ve Kürt toplulukları için
hiçbir anlam ifade etmemektedir. Birçok aile 19. yüzyılın son ve 20. yüzyılın
ilk yarısındaki bu sınır paylaşımları sonucunda parçalanmak zorunda kalmıştır.
Özellikle de kuzey Suriye’deki birçok Kürdün akrabaları sınırın öte yakasında
Türkiye ve Irak’ta kalmıştır.” (Montgomery, Harriet)
Bu özelliklere sahip olan
Rojava, Suriye savaşının başladığı günden bu yana hem bölge hem de dünya
siyasetinde etkin olmak isteyen güçlerin ve devletlerin ilgi odağı olmuş
durumda. Elbette Türkiye, Irak ve İran’da yaşayan Kürtler’in de. Bütün Kürt
örgüt, siyaset ve bireylerinin neredeyse ortak kanısı Rojava Kürtler’i ile
ilgili yaşanacak bir gelişmenin bütün Kürtler için belirleyici olacağı
hususudur. Kürtler Suriye’deki savaş süresince uzun bir dönem ne muhaliflerin
ne de rejimin yanında yanında yer alan Kürtler, Temmuz 2012 tarihinden itibaren
kendi bölgelerinde özerk bir yönetim oluşturmaya başladılar. Yoğun olarak
yaşadıkları yerlerde rejimin elindeki idari yapılara el koyan Kürtler, kendi
idari sistemlerini kurmaya başladılar. Buna da “3. Yol” adını verdiler. Bu; ne
Baas rejiminin ne de buna karşı savaşan ÖSO’nun yanında oldukları anlamına
geliyordu.
“Kürtler
ise Araf’ta kalmıştı. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut
Barzani’nin ağabeyliğini üstlendiği Kürt Ulusal Konseyi (KUK), bir türlü Suriye
Ulusal Konseyi (SUK) ve sonrasında Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler
Koalisyonu’na (SMDK) dahil olamamış, Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) başını
çektiği kanat ise savaşı Rojava’dan (Batı Kürdistan) uzak tutacak üçüncü yolu
seçmişti. Bu yol, mümkün oldukça rejimle savaştan kaçınma, ÖSO’yu Kürt
bölgesinden uzak tutma ve anadilde Kürtçe eğitim dahil özerkliğe temel olacak
pratiklere yoğunlaşma prensibine göre ilerliyordu. Kürt bölgelerini Temmuz
2012’den itibaren idare etmek üzere KUK ile oluşturulan Kürt Yüksek Konseyi
(KYK), PYD’ye saha hâkimiyetinde önemli bir ‘meşruiyet şapkası’ işlevi gördü.
PYD, oluşturulan komitelerde ve silahlı kanat Halk Savunma Birlikleri’nde (YPG)
dominant olsa da KYK, Kürt davasının hatırına iç düşmanlıkların baskın çıkmasının
önüne geçti. Türkiye’nin baskılarıyla Barzani’nin PYD’yi saf dışı bırakma ya da
hiç olmazsa minimize etme girişimlerine ve partiler arası sürtüşmelere rağmen
KYK hâlâ Rojava’da kırılgan Kürt barışını temsil ediyor.”(Fehim Taştekin http://www.bbc.co.uk/turkce/cep/haberler/2013/08/130811_rojava_suriye.shtml)
Tam da böylesi bir
dönemde Kürt örgütleri arasında bir ulusal konferansın yapılması kararı alındı.
Bu karar Kürtler’in kendi iç sorunlarına çözüm bulma arayışı açısından büyük
önem taşıyor. Konferansın sonucunun ne olacağını şimdiden kestirmek güç de olsa
Rojava’daki gelişmeler Kürtler arasındaki birliğe bu şekliyle bir katkı
sunuyor. Ve Kürtler için Rojava etrafında bir araya gelme imkanı veriyor.
Kürtler’in 20. Yüzyılın
aksine 21. Yüzyıldaki yeni dizaynda Ortadoğu’da statü sahibi olmaya yönelik
çabaları Rojava’daki gelişmeyle bağlantılı olacaktır. Ortadoğu’da kartlar
yeniden karılırken Kürtler bu hesabın dışında kalmamaya çalışıyor. Bunu başarıp
başaramayacakları Suriye savaşının sonucuna ve birlikte alacakları tavra
bağlıdır. Elbette Türkiye gibi ülkelerin yaklaşımına da.
“Türkiye’nin
radikal-ılımlı ayırımı gözetmeden yardım politikası, ABD’nin Nusra’yı terör
örgütü ilan ettiği andan itibaren Batılı müttefikleri nezdinde sorgulanır hale
gelmişti. Serekaniye’de başlayıp Tel Ebyad’da derinleşen, şimdilerde Kamışlı ve
Kobani kırsalında devam eden Kürt-Kaide çatışması ise Türkiye’yi ciddi bir
ikilemle karşı karşıya bıraktı: Ankara Kaide’nin şeriat devletini mi yoksa PKK
ile ilintili diye düne kadar tehdit ettiği PYD’nin öncülüğünde bir özerk Kürt
bölgesini mi tercih edecekti? Bu zor dönemeçte Türkiye, Kürtlere karşı ‘safi
sopa politikası’nı ‘havuç-sopa politikası’na dönüştürme gereği duydu. MİT ve
Dışişleri yetkililerinin PYD lideri Salih Müslim’le geçen ay İstanbul’da
yaptığı görüşme yeni politikanın ilk ciddi emaresiydi.
Salih
Müslim’in insani yardım için kapıların açılacağı ve Kaide’nin Türkiye
sınırlarından beslenmesine karşı önlemler alınacağına dair çizdiği iyimser
tabloyu kurulan diyalogu koruma çabasına verelim. Zira politikanın sopa
ayağında çark eskisi gibi dönmeye devam ediyor. Bir kere ÖSO komutanı Akidi,
PYD’yi yok edeceklerine dair tehditleri 26 Temmuz’da yani Salih Müslim’le
görüşmeler olurken 70 kadar muhalifin katıldığı Gaziantep’teki konferanstan
savurmuştu. Müslim’le görüşmeden sonra insani yardım koridoru açılmadı. Üstelik
benim de şahsen görüştüğüm kaynakların verdiği bilgilere bakılırsa Kaide’ye
Türkiye sınırlarından savaşçı ve silah geçişi kesilmedi.” (Fehim Taştekin http://www.bbc.co.uk/turkce/cep/haberler/2013/08/130811_rojava_suriye.shtml)
Habil ve Kabil
kardeşlerin Habil’in ölümüyle sonuçlanacak tarihteki ilk ölümlü kavganın Suriye
topraklarında olduğu iddia edilir. Yine İslam inancına göre “Mahşer Günü” bütün
insanlar Şam’da toplanacakmış. Şam “Mahşer Günü”ne ev sahipliğini bu günlerde
ölüm, katliam, yıkım ve kıyımla gerçekleştiriyor. Sonu nereye varır şimdiden
kestirmek zor?
Yararlanılan Kaynaklar
Suriye Kürtleri, İnkar
Edilen Halk, Harriet Montgomery, Avesta Yayınları
Modern Kürt Tarihi, Dawid
McDowall, Doruk Yayınları
Yorumlar
Yorum Gönder