SURİYE SAVAŞI; MAHŞER GÜNÜ*


Kobanê'den bir kare

Geçtiğimiz gün kimyasal silahların kullanıldığına yönelik iddiaların gündeme geldiği ve çoğunluğunu çocukların oluşturduğu yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği saldırının ardından Suriye savaşı görünen boyutuyla yeni bir aşamaya geçti. Kimyasal silahın kimin tarafından kullanıldığı konusu belirsizliğini korurken bu konunun bütün açıklığıyla gün yüzüne çıkmasını beklemek de safdilik olacaktır. Muhalifler ve onları dışarıdan destekleyen güçler, Esad rejimini suçlarken Rusya, İran ve Baas rejimi ise dışarıdan müdahaleyi meşrulaştırmak amacıyla kimyasal silahın muhalifler tarafından kullanıldığını iddia ediyor. Bu görüşü savunanlara göre muhalifler Esad’ı suçlu göstermeye çalışıyorlar. Bu suçlamalar nereye varır bilinmez ama bilinen bir şey var ki o da Suriye’deki savaşın önemli araçlarından birini medya oluşturuyor. Enformasyon ve dezenformasyonun iç içe geçtiği bir örnek daha Suriye savaşı. Savaşın meşru ve gayrı-meşru yönleri de göz ardı edilemez. Ortadoğu’da halkların diktatörlüklerden –batılı emperyal güçlerin yarattığı diktatörlükler; bu diktatörlükler artık batılı emperyal güçlerin işlerine yaramadığından bu güçler sistemi resetlemeye giriştiler- kurtulma istemi savaşın meşru yönü. Ancak dış güçlerin kendi çıkarları için bu kurtulma istemini kullanmaları veya böylesi bir istemin ortaya çıkması için alttan alta çaba sarfetmeleri işin gayrı-meşru yönünü oluşturuyor.

Suriye’deki savaş mevcut haliyle bir kördüğüme dönüşmüş durumda. Birçok değişik gücün hesabının bulunması bu kördüğüme yol açıyor. ABD, AB, Türkiye, İsrail, Katar, Suudi Arabistan, Mısır, Rusya, İran, Çin...irili ufaklı örgütlerin Suriye ve bölge ile ilgili bir takım hesapları bulunuyor. Bunları iki blok olarak nitelemek yanlış olmasa gerek. Bir tarafta ABD, AB, Türkiye, İsrail, Katar, Suudi Arabistan ve Mısır gibi devletler duruyor. Bunları savaşta aktif olarak Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bileşenleri temsil ediyor. Diğer tarafta ise Baas rejimini destekleyen Rusya, Çin, İran, Irak, Lübnan (Hizbullah) bulunuyor.  Suriye’deki savaşa bundan dolayı “proxy war” (temsili savaş) deniyor. Görünürde ÖSO ve Baas rejimi savaşıyorken bunlar yukarıda isimlerini yazdığımız ülkeler adına veriyor bu savaşları. Yani aslında bu anlamıyla savaş bir dünya savaşı özelliğini taşıyor. Birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi ülkeler fiili olarak güçlerini savaşa sokmuş değil, savaş dünyanın büyük bölümüne yayılmış da değil. Ama buna rağmen Suriye’deki durumdan direk etkileneceklerin listesi kabarık olduğu ve bunların da etkiyi kendi lehine döndürmek istediği için dünya savaşı özelliğine sahip. Böyle olunca sonucun ne olacağı, savaşın ne zaman biteceği konusunda net bir şey söylemek mümkün olmuyor. Sonucu bilinmese de nasıl başladığı ve neler yaşandığı konusunda şimdiye kadar yaşananlar bir bilgi veriyor Suriye Savaşı.

2011 yılının 26 Ocak tarihinde Hasan Ali Akleh’in Baas rejimini protesto etmek amacıyla kendisini yakması sonucunda patlak veren isyanlar, Suriye’deki savaşın başlangıç tarihi olarak kabul ediliyor. 2 yılı aşkın bir süredir devam eden ve bütün savaşlarda olduğu gibi büyük bir yıkım ve kıyıma sahne olan Suriye savaşının başladığı ilk günlerde Suriye’de Beşar Esad’ın gitmesi gerektiğini savunan güçlerin ortak kanısı Tunus, Libya ve Mısır’da olduğu gibi çok kısa bir sürede Beşar Esad’ın da iktidarı bırakacağı yönündeydi. Diğer ülkelerde olduğu gibi ayaklanmalar başlayacak, muhalif güçler dış destek alarak iç savaş çıkaracak ve iktidardaki kişi(ler) koltuğu bırakacaktı. Ancak bu kez evdeki hesap Suriye’ye uymadı. Suriye’nin jeostratejik ve jeopolitik konumundan kaynaklı ülke ile ilgili çok sayıda bölgesel ve küresel gücün kendisini söz sahibi hissediyor olması, Suriye’de birden fazla sosyal ve dini grubun bulunması ve bunların komşu ülkelerle akrabalık ve dini ilişkileri/bağları dolayısıyla kısa sürmesinin beklendiği savaş, iki yılı geride bıraktı.

Suriye savaşının bu denli karmaşık bir hal almasını sağlayan özellikler içerisinde Suriye’nin önemli bir coğrafi konuma sahip olması geliyor. “Suriye, Ortadoğu’da stratejik bir yerde bulunuyor. Deyim yerindeyse bölgenin terminali, petrol deposu, önemli bir geçiş noktası. Akdeniz ile Arap ve Müslüman dünyasının önemli bir kesişme merkezi.” (Hakan Aksay http://www.rusya.ru/Content/16872-Rusya+i%C3%A7in+Suriye%E2%80%99nin+%C3%B6nemiBu konumundan kaynaklı her ülkenin kendisine göre Suriye ile ilgili çeşitli hesapları bulunuyor. Hesaplar kimi ülkenin ekonomik olabiliyorken, kiminin dini, kiminin de siyasi.

ABD’nin Suriye politikasını Savunma Bakanı Chuck Hagel şu şekilde açıklamıştı: Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi'nde ABD’nin Suriye politikası ile ilgili konuşan Hagel, "müttefik ve partnerlerin yanı sıra Suriyeli muhaliflerle çalışmak, bölge ve Suriye genelinde insani yardım sağlamak, şiddeti sona erdirmek, Suriye'nin aşırılıklar için güvenli bölgeler olmasını engelleyecek, Suriye halkının haklarına saygı duyacak ve istikrarı inşa edebilecek Esad sonrası yönetime doğru siyasi dönüşümü sağlamak ve Suriye'nin kimyasal ve biyolojik silahlarını güven altına alabilmek için tüm gerekli adımları atmak" diye sıraladı”. (http://www.cnnturk.com/2013/dunya/04/18/abdnin.suriye.politikasini.anlatti/704649.0)

Elbette bu görüşler görünür politik beklentileri açıklıyor. ABD’nin Suriye’ye olan ilgisinin özünde Ortadoğu politikası çerçevesinde bölgeyi yeniden dizayn etme çabası yatıyor. Rusya da benzer bir yaklaşım sergilemekte. Hakan Aksay, Rusya’nın Suriye konusundaki politikasını şu şekilde anlatıyor;
“Kremlin, Suriye lideri Başar Esad’a uluslararası alanda onu koruyacağı güvencesini vermiş durumda. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Suriye konusunda yaptığı bir açıklamada, “Hiçbir devlet kendisine karşı düzenlenen ayaklanma karşısında susmaz. Biz Esad’ın vaat ettiği reformların gerçekleştirilmesi gerektiğini savunuyoruz. Muhalefetin de Esad’ın diyalog çağrısına cevap vermesi gereklidir.” diyor. Öte yandan son günlerde Rusya Devlet Başkanı özel temsilcisi Mihail Margelov, “ne olur ne olmaz” tavrıyla Suriye muhaliflerini Moskova’da bir araya getirmeye ve onlarla şimdiden iyi ilişki kurmaya çalışıyor.

Ülkenin dış politikasını, Batı ile işbirliği temelinde yeniden biçimlendiren Devlet Başkanı Dmitriy Medvedevin her alanda ABD ve AB ile yakınlaşma çabasına karşın, Rusya’nın Suriye konusundaki bu farklı tavrının nedeni ne? Bunu gerisinde sadece Batı’yı frenleme isteği mi yatıyor? Yoksa Sovyetler Birliği döneminden beri Moskova’nın geleneksel müttefiki Şam’ı koruma arzusu mu? Suriye gerçekten de Rusya’nın bölgedeki en önemli müttefiklerinden. İki  ülkenin siyasi ve ticari ilişkileri istikrarlı. Şam askeri alanda Moskova’nın her zaman iyi bir müşterisi olageldi. Kremlin bu imkânları kaybetmek istemiyor. Ama bu ana faktör olamaz; Rusya Libya’da ve hatta İran’da milyarlarca dolar kaybetmek pahasına farklı politikalara yönelebildi; zaten ekonomisi bu tür zararları karşılayabilecek kadar güçlü. (Bu arada, Rusya filosunun Akdeniz’deki varlığı açısından stratejik değer taşıyan Tartus deniz üssü Suriye’de; bunun önemi az değil. Ayrıca çeşitli kaynaklara göre Suriye’deki Rus askeri danışmanlarının sayısı 2 binden fazla.) Peki, Esad’ın Kaddafi’den, Suriye’nin Libya’dan farkı ne? Üstelik Suriye’nin pek fazla doğal zenginliği de yok. Buradaki petrol de fazla değil. Ama bu ülkenin zenginliği başka: Jeopolitik konumu.”
Lavrov, Suriye için “Bölgenin anahtar ülkesidir, onu istikrarsızlaştırma denemeleri korkunç sonuçlara yol açabilir” diyor.

İran, Şiilerin idaresindeki bir Suriye’yi İsrail’e karşı dayanak olarak görüyor. Ayrıca Suriye hilalini Farisî kültürünün yayılma alanı için bir geçiş güzergahı olarak görüyor. Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkeler şiiliğin iktidardan uzaklaşmasını ve sünni yorumun güçlü olmasını istiyor. Çin ekonomik yatırım alanı olmasının yanı sıra kendisinin Rusya ile stratejik ilişkileri olmasından kaynaklı Suriye konusunda Rusya’nın yanında yer alıyor. Ancak Esad’ın devrilmesinden sonra ortaya ne tür bir tablonun çıkacağı konusunda kimsenin kafasının net olmadığı anlaşılıyor. Bundan dolayı da Esad’ın devrilmesi kısa vadede zor görünüyor.

Bölgesel bir güç unsuru olmaya çalışan Türkiye’nin de Suriye savaşından beklentileri var. Neo-Osmanlıcılık fikrini bölgede hakim kılmak için çabalayan Türkiye, yanı başındaki bir ülkede kendisine düşmanlık besleyecek bir iktidarın olmasını istemez. Ancak işin tuhaf tarafı şimdiye kadar “sıfır sorun” sloganıyla bütün komşularıyla iyi ilişkiler içindeymiş gibi görünen bir iktidarın bütün komşuları kendisine küstürmesi üzerinde durulmayı hak ediyor. Üniversitelerin Uluslararası ilişkiler bölümlerinde ders olarak verilmesi gereken diplomatik bir yaklaşım sergileniyor. Bunda elbette başkalarının direktifleriyle hareket etmenin bir sonucunu görmek gerekiyor. Neo-Osmanlıcılık gibi bir fikri savunurken başka güçlerin politikalarını da yanı sıra yürütmeye çalışmak “komşularla sıfır sorundan” bütün komşularla düşmanlık politikasına savrulmayı beraberinde getiriyor. Zaten savaşın ilk başladığı dönemlerde Esad’ın sonunun geldiği tezini savunan en çok da Başbakan Erdoğan ve Dişişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu olmuştur. Sadece savunmakla kalmayıp muhaliflerin çatı örgütü olan ÖSO’yu direk ve endirek destekleyerek müdahil oldular. Esad sonrası Suriye’de iktidarın kendilerine yakın kimselerden oluşması için oldukça gayretkeş davrandılar. Elbette bunda AKP hükümetinin Esad’ın şii kimliğine karşı olan yaklaşımını da görmek gerekiyor. Yani bu noktada Katar ve Suudi Arabistan gibi düşünen bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Daha önceki yıllarda iyi ilişkileri sahip oldukları Irak Başbakanı Nuri Maliki ile aralarının bozulmasında da bu yaklaşımın etkisi var. Bundan dolayıdır ki Maliki Irak’ta Türkiye karşıtı bir söylem tuttururken Suriye’deki savaşta da Esad’ın yanında bir pozisyon tutuyor.

Türkiye’nin yaklaşımı elbette bununla sınırlı değil. Yumuşak karnını oluşturan Kürt sorunu da Türkiye’nin başını içeride ağrıttı gibi şimdi de Rojava’da ağrıtıyor. Hani Kuzey Irak’tan yeni kurtulmuşken, orayı daha yeni yeni “tehlike” olmaktan çıkartmışken Suriye’de özerk bir Kürt bölgesinin kurulması Türkiye açısından değerlendirildiğinde çok büyük bir “tahilsizlik” olsa gerek. Böylesi bir oluşumu engellemek için her türlü yönteme başvurmayı mübah sayan hükümet, son dönemlerde aşırı radikal dinci gruplara silah ve lojistik destek vererek bu cephede de aktif bir savaşın içerisine girmiş bulunuyor. Hükümetin Kürt fobisi yarın öbürgün başını ağrıtacak gruplarla ittifak yapmasına bile yol açıyor. Cebhet’ül Nusra, Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) gibi selefi örgütlerin Kürtler’in yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde bir İslam devleti kurma fikirlerini savunan toplama örgütler Özellikle Mardin ve Urfa’daki sınır kapılarından yardım gönderildiği yönündeki izahatlar iddi olmanın ötesine geçmiş bulunuyor. Gaziantep’de ÖSO bileşenlerinin yaptığı toplantıda ÖSO komutanlarından Ikidî’nin Kürtler’e yönelik katliam açıklamaları, Nusra ve IŞİD gibi örgütlerin Türkiye’deki kamu görevlileri ve seçilmişlerle verdikleri pozların basına yansıması Rojava’da Kürtler’in yoğunlukta yaşadığı bölgelerdeki saldırılarıyla birlikte değerlendirdiğimizde  daha bir anlamlı oluyor. Her ne kadar daha sonraki günlerde ikili bir politik tutum belirleyerek PYD lideri Salih Muslim’i Ankara’ya davet edip resmi düzeyde görüşme yapan Türkiye yukarıdaki iddiaları yalanlamış olsa da kamuoyunun bu konuda yeterince ikna olduğunu söylemek güç.

Rojava

Kürtçe’de güneşin battığı yer anlamına geliyor. Yani batı yönünü işaret ediyor. Kürdistan haritasını bir bütün olarak değerlendirdiğimizde haritanın batı tarafında kalan kısmına Kürtler Rojava Kürdistan’ı diyorlar. Yani Batı Kürdistan. Burası 1914 yılında patlak veren Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler ile Fransızlar arasında Ortadoğu’nun yeniden paylaşılmasını öngören Sykes-Picot anlaşması sonucunda Osmanlı’dan koparılan topraklar üzerinde kurulan Suriye’nin içerisinde kalan Kürt topraklarını tarif ediyor. Suriye’de yaşayan en büyük etnik azınlık grubunu oluşturan Kürtlerin nüfusu 1,5-2 milyon civarındadır. Bu da genel nüfusun yaklaşık yüzde 10’una tekabül ediyor. Kürtler’in bu topraklara yerleşme tarihleri ailelere ve bölgelere göre değişiklik göstermektedir. Yüzlerce yıl öncesine dayanan bu yerleşimin son halkası Türkiye Cumhuriyeti’inin ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve bastırılan Kürt isyanlarından sonra gidenler oluşturuyor. Efrin, Kobani, Heseke, Şam, Halep, Hums, Hama, Lazkiye ve Kürt Dağı’nda yerleşik bulunan Kürtler’in Suriye’nin kurulmasından sonra Arap milliyetçiliğiyle başları hep dertte olmuştur. İktidara gelen milliyetçi partiler tarafından haklarını kullanmaları yönünde engellemelerle karşılaşan Kürtler’in dışarıdan gelen “yabancılar” olduğu tezi dillendirilmiş ve buna yönelik politikalar uygulanmaştır. Bu politikalar doğrultusunda Suriye hükûmeti yaklaşık 120.000 kadar Kürdü, Kasım 1962'de yapılan özel bir nüfus sayımında "Türkiye'den ülkeye yeni girmiş yabancılar" olduklarını öne sürerek sayım dışı tutmuş ve Suriye vatandaşlığından ayırmıştır ki o zamandan beri birçok Suriyeli Kürt vatandaş haklarına sahip değildir ve Suriyeli kimliği, vatandaşlığı kendilerine verilmemektedir. Vatandaşlık haklarına sahip olmayan, sayılarının yaklaşık olarak çeyrek milyon civarında olduğu düşünülen bu Kürt nüfusun yasal olarak evlenme, mülk edinme veya eğitim görme gibi hakları bulunmamaktadır. Aynı zamanda Kürt bölgesini Araplaştırmak için bir Arap Kuşağı inşa edilmeye çalışılmış, 1963'te Baas Partisi hükûmeti "Cezire'nin Araplığını koruma" sloganını kullanarak Araplaştırma politikasını sürdürmüştür. Örneğin; 1975 yılına gelindiğinde Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Cezire bölgesinden 300.000 kadarlık bir Kürt nüfus yerlerinden olmuştur. Bunların dışında Kürt kültürüne yönelik de birçok devlet müdahalesi ve yasak söz konusudur; Kürtçenin yayınlarda kullanılması, resmi olarak konuşulması veya yazılması, öğrenim dili olması veya iş mekanlarında konuşulması yasaktır. Her ne kadar uygulamada aksaklıklar yaşansa da, 1988 yılında düğünlerde Arapça olmayan şarkıların söylenmesini ve çalınmasını yasaklayan bir yasa çıkmıştır.

Bu tür uygulamalara maruz kalan Suriye Kürtleri, Qamişlo (Kamışlı) ilçesinde bir spor müsabakasında yaşanan ve birçok Kürd’ün hayatını kaybetmesine yol açan olayların patlak verdiği 2004 yılına kadar Suriye’de sistemle direk bir mücadeleden uzak durmuşlardı. Daha çok diğer parçalardaki Kürt mücadelerinde sığınılacak bir yer olarak ön plana çıkmıştı. Hatta Kürtler arasında bir nevi “küçük kardeş” gibiydi. Özellikle Türkiye ve Irak’ta iktidara karşı çıkan isyanların birer geri cephesi gibiydi. Sürekli olarak bu isyanlarda diğer parçalardaki Kürtler’in imdadına yetişmiş onlara kapılarını ardına kadar açmıştı. Ağrı İsyanı’ndan başlamak üzere Şeyh Sait, Dersim, Barzani ve son olarak PKK isyanına kadar böyle olmuştur. Yanı sıra Türkiye Kürtleri ile Rojava Kürtleri’nin akrabalık ilişkileri de söz konusudur. Yukarıda bahsettiğimiz Sykes-Picot Antlaşması ile Fransa ve İngiltere’nin Suriye ve Türkiye arasında paylaştırdığı bu toprakların bir tarafında Kürt ailelerin bir kısmı Türkiye’de bir kısmı Suriye’de bırakıldı.

“Buna ek olarak, sömürgeci güçler 1920 ve 1930’lu yıllarda Suriye’nin Türkiye ve Irak ile olan sınırlarını çizerken etnik ayrılıkları dikkate almamışlardır. Bunun sonucunda, Kürdistan’ı bölen sınırlar Kürtler tarafından yapay addedilmiştir. Ayrıca söz konusu sınırlar net bir biçimde belirlenmemiş veya tam olarak tanımlanmamıştır. Özellikle de Suriye’ye verilen toprakların Kürt bölgeleri olarak isimlendirilmesi devam etmiştir. Kuzey Suriye’deki ticaret merkezleri Türkiye sınırlan içinde kalmıştır, ancak yeni sınırlar Suriye ve Türkiye sınırları boyunca uzanan alanlarda yaşayanlar ve Kürt toplulukları için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Birçok aile 19. yüzyılın son ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki bu sınır paylaşımları sonucunda parçalanmak zorunda kalmıştır. Özellikle de kuzey Suriye’deki birçok Kürdün akrabaları sınırın öte yakasında Türkiye ve Irak’ta kalmıştır.” (Montgomery, Harriet)

Bu özelliklere sahip olan Rojava, Suriye savaşının başladığı günden bu yana hem bölge hem de dünya siyasetinde etkin olmak isteyen güçlerin ve devletlerin ilgi odağı olmuş durumda. Elbette Türkiye, Irak ve İran’da yaşayan Kürtler’in de. Bütün Kürt örgüt, siyaset ve bireylerinin neredeyse ortak kanısı Rojava Kürtler’i ile ilgili yaşanacak bir gelişmenin bütün Kürtler için belirleyici olacağı hususudur. Kürtler Suriye’deki savaş süresince uzun bir dönem ne muhaliflerin ne de rejimin yanında yanında yer alan Kürtler, Temmuz 2012 tarihinden itibaren kendi bölgelerinde özerk bir yönetim oluşturmaya başladılar. Yoğun olarak yaşadıkları yerlerde rejimin elindeki idari yapılara el koyan Kürtler, kendi idari sistemlerini kurmaya başladılar. Buna da “3. Yol” adını verdiler. Bu; ne Baas rejiminin ne de buna karşı savaşan ÖSO’nun yanında oldukları anlamına geliyordu.

“Kürtler ise Araf’ta kalmıştı. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin ağabeyliğini üstlendiği Kürt Ulusal Konseyi (KUK), bir türlü Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve sonrasında Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu’na (SMDK) dahil olamamış, Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) başını çektiği kanat ise savaşı Rojava’dan (Batı Kürdistan) uzak tutacak üçüncü yolu seçmişti. Bu yol, mümkün oldukça rejimle savaştan kaçınma, ÖSO’yu Kürt bölgesinden uzak tutma ve anadilde Kürtçe eğitim dahil özerkliğe temel olacak pratiklere yoğunlaşma prensibine göre ilerliyordu. Kürt bölgelerini Temmuz 2012’den itibaren idare etmek üzere KUK ile oluşturulan Kürt Yüksek Konseyi (KYK), PYD’ye saha hâkimiyetinde önemli bir ‘meşruiyet şapkası’ işlevi gördü. PYD, oluşturulan komitelerde ve silahlı kanat Halk Savunma Birlikleri’nde (YPG) dominant olsa da KYK, Kürt davasının hatırına iç düşmanlıkların baskın çıkmasının önüne geçti. Türkiye’nin baskılarıyla Barzani’nin PYD’yi saf dışı bırakma ya da hiç olmazsa minimize etme girişimlerine ve partiler arası sürtüşmelere rağmen KYK hâlâ Rojava’da kırılgan Kürt barışını temsil ediyor.”(Fehim Taştekin http://www.bbc.co.uk/turkce/cep/haberler/2013/08/130811_rojava_suriye.shtml)

Tam da böylesi bir dönemde Kürt örgütleri arasında bir ulusal konferansın yapılması kararı alındı. Bu karar Kürtler’in kendi iç sorunlarına çözüm bulma arayışı açısından büyük önem taşıyor. Konferansın sonucunun ne olacağını şimdiden kestirmek güç de olsa Rojava’daki gelişmeler Kürtler arasındaki birliğe bu şekliyle bir katkı sunuyor. Ve Kürtler için Rojava etrafında bir araya gelme imkanı veriyor.
Kürtler’in 20. Yüzyılın aksine 21. Yüzyıldaki yeni dizaynda Ortadoğu’da statü sahibi olmaya yönelik çabaları Rojava’daki gelişmeyle bağlantılı olacaktır. Ortadoğu’da kartlar yeniden karılırken Kürtler bu hesabın dışında kalmamaya çalışıyor. Bunu başarıp başaramayacakları Suriye savaşının sonucuna ve birlikte alacakları tavra bağlıdır. Elbette Türkiye gibi ülkelerin yaklaşımına da.

“Türkiye’nin radikal-ılımlı ayırımı gözetmeden yardım politikası, ABD’nin Nusra’yı terör örgütü ilan ettiği andan itibaren Batılı müttefikleri nezdinde sorgulanır hale gelmişti. Serekaniye’de başlayıp Tel Ebyad’da derinleşen, şimdilerde Kamışlı ve Kobani kırsalında devam eden Kürt-Kaide çatışması ise Türkiye’yi ciddi bir ikilemle karşı karşıya bıraktı: Ankara Kaide’nin şeriat devletini mi yoksa PKK ile ilintili diye düne kadar tehdit ettiği PYD’nin öncülüğünde bir özerk Kürt bölgesini mi tercih edecekti? Bu zor dönemeçte Türkiye, Kürtlere karşı ‘safi sopa politikası’nı ‘havuç-sopa politikası’na dönüştürme gereği duydu. MİT ve Dışişleri yetkililerinin PYD lideri Salih Müslim’le geçen ay İstanbul’da yaptığı görüşme yeni politikanın ilk ciddi emaresiydi.

Salih Müslim’in insani yardım için kapıların açılacağı ve Kaide’nin Türkiye sınırlarından beslenmesine karşı önlemler alınacağına dair çizdiği iyimser tabloyu kurulan diyalogu koruma çabasına verelim. Zira politikanın sopa ayağında çark eskisi gibi dönmeye devam ediyor. Bir kere ÖSO komutanı Akidi, PYD’yi yok edeceklerine dair tehditleri 26 Temmuz’da yani Salih Müslim’le görüşmeler olurken 70 kadar muhalifin katıldığı Gaziantep’teki konferanstan savurmuştu. Müslim’le görüşmeden sonra insani yardım koridoru açılmadı. Üstelik benim de şahsen görüştüğüm kaynakların verdiği bilgilere bakılırsa Kaide’ye Türkiye sınırlarından savaşçı ve silah geçişi kesilmedi.” (Fehim Taştekin http://www.bbc.co.uk/turkce/cep/haberler/2013/08/130811_rojava_suriye.shtml)
Habil ve Kabil kardeşlerin Habil’in ölümüyle sonuçlanacak tarihteki ilk ölümlü kavganın Suriye topraklarında olduğu iddia edilir. Yine İslam inancına göre “Mahşer Günü” bütün insanlar Şam’da toplanacakmış. Şam “Mahşer Günü”ne ev sahipliğini bu günlerde ölüm, katliam, yıkım ve kıyımla gerçekleştiriyor. Sonu nereye varır şimdiden kestirmek zor?

Yararlanılan Kaynaklar
Suriye Kürtleri, İnkar Edilen Halk, Harriet Montgomery, Avesta Yayınları
Modern Kürt Tarihi, Dawid McDowall, Doruk Yayınları

 *Yazı 2013 Ağustos ayında Kürtçe Tiroj ve Türkçe Yaba Edebiyat dergilerinde yayınlandı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rojda Kürt kadınını müzikle anlatıyor*

Samî Tan: Kurdî li kuçe û kolanan sêwî maye*

Ezidilerin 73. Fermanı Şengal Soykırımı: Biz iki kere öldürüldük*